Çalınan Geleceğimiz (Our Stolen Future) 

Elif Baran

Rachel Carson’ın Silent Spring (Sessiz Bahar) (1962) adlı eserindeki uyarılara kayıtsız kalan insanoğlunun sentetik pestisitler ve yapay hormonlar tarafından maruz kaldığı hastalıklar 20. yüzyılın ikinci yarısını kanser çağına çevirmiştir. Rachel Carson ile başlayan geleneği devam ettiren Prof. Theo Colborn, Dianne Dumanoski ve Dr. John Peterson Myers Our Stolen Future [Çalınan Geleceğimiz] (1996) adlı kitapta, kendi özgür irademizle, doğal dünyamıza nasıl geriye dönüşü olmayan zararlar verdiğimizin hikâyesini anlatıyor. Rachel Carson Sessiz Bahar’ı yazdığında vücudumuzda çoktan birikmeye başlamış olan kalıcı kimyasallar genlerimizi ve doğurganlığımızı zehirlemiş, hayatta kalma savaşımızı olumsuz şekilde etkilemiştir. Dünyanın en ücra köşelerindeki insanlar bile kalıcı sentetik pestisitleri vücudunda taşırken nasıl bu noktaya geldiğimizin hikâyesini belgelere dayanarak anlatıyor Colborn, Dumanoski ve Myers.

Çalınan Geleceğimiz’de ilgimi çeken husus daha önceden ilgi duyduğum konuları bilimsel açıklamalarla önüme koyması oldu. Ağırlıklı sanayi bölgesi olan Derince ve Gebze’de yapılan araştırmalarda anne sütü incelendiğinde, geleceğimiz olan bebeklerimizin anne sütü diye zehir içtiğini öğrendiğim günden beri kitapta okuduklarım beni daha çok etkiledi. Fabrika atıklarının içerdiği DDT (Dichlorodiphenyltrichloroethane), PCB (polychlorinated biphenyl) tükettiğimiz gıda ürünlerinden, soluduğumuz havadan bize, genlerimize ve kanımıza işliyor. Daha da acısı, ileride atıklara gerek bile kalmadan, yumurtalarımıza, rahmimize yerleşip sinsice anne sütüyle evlatlarımıza geçen bu zehir gelecek kuşağı takip etmeye devam ediyor.

Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında hayvanlar üstünde yapılan araştırmalardan kitapta beni en çok etkileyenler Ringa Balığı martısı [herring gull] ve Kaliforniya Batı martısının [Western Gull] hikâyesi oldu. Biyolog Mike Gilbertson’ın Ontario gölü çevresinde yaptığı araştırma, martıların gürültüyle bağrışarak çiftleşmeye eş araması gereken sezonda tam tersi bir durumu gözlemlemesiyle başlıyor. Martıların çiftleştiği, yeni doğanlarını beslediği ve yumurtalarını bıraktığı bu kurak bölgede Gilbertson, henüz yumurtadan çıkmamış bebek martılarla, üstelik her yerde ölü doğanlarla karşılaşmıştı. Gilbertson, gözlemlerinde, martıların %80’inin daha yumurtlayamadan öldüğünü görmüştü. Ölen martılarda gözlemlediği ise vücutlarındaki biçimsizlikler, yumru ayakları, eksik gözleri, gagaları ve bunun gibi garipliklerdi. Geride kalan martılar ise yorgun ve halsiz görünüyordu. Gilbertson’un, bunun nedenini fark etmesi uzun sürmedi. Daha önce okumuş olduğu piliç ödem (Chick EDEMA) hastalığı aklına geldi ve bu korkunç sahnenin tek bir nedeni olabilirdi: Büyük Göllerde diyoksin (zehirli aromatikler) kirliliği.

Kaliforniya kuşlarında gözlemlenen daha şaşırtıcı bir sahneydi. Çıplak gözle erkeğini dişisinden ayırmanın zor olduğu Kaliforniya martılarının, dişilerinin dişileriyle çiftleştiğini fark etmek zor olmuştu. Ralph Schreiber, San Nicolas Adasında, Kaliforniya martılarının yumurtladığı yumurta sayısındaki fazlalıkla hayrete düşmüştü. Schreiber, normal koşullarla tek seferde üç yumurtadan fazla bırakamayan martıların birkaçının aynı yuvada yumurtluyor olabileceği kanısına vardı. Dört yıl sonra California Üniversitesinde George ve Molly Hunt, araştırma yaptıkları küçük adada buldukları her yuvada en az dört veya beş adet yumurtayla karşılaşmışlardı ki bu kadar yumurtanın olması anormaldi. Ne yazık ki dişi martıların diğer dişilerle çifleşmesi evrimin basamaklarından değil zehirlenmenin habercilerindendi. Hunt ailesi aynı zamanda yumurta kabuklarındaki incelmeyi tespit etmişti ki bu gözlem kuşların DDT’den zehirleniyor olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştı. 1970’lere gelindiğinde biyolog Michael Fry, DDT pestisidinin ve suda bulunan diğer sentetik kimyasalların kuşların cinsel gelişimlerini engellediğini belgelemişti.  Bu raporlar aynı zamanda acı gerçeği de içinde barındırıyordu: DDT pestisidinin, bir şekilde vücudumuzdaki kadın östrojen hormonu gibi hareket etmesi. Fry araştırmalarında şu sonuca vardı: DDT’nin sudaki yoğunluğu o bölgede beslenen martıları etkilemişti. Suda bulunan DDT ve DDE, erkek martılarda cinsel gelişimi engelliyor ve erkeklerin feminenleşmesine sebep oluyordu. Testislerinde yapay östrojen bulunan martılar, erkek gelişimlerini tamamlayamadan dişileşiyor ve dişilerde olması gereken yumurta kanalları geliştiriyordu. Dışarıdan hiçbir sorunları görünmeyen bu martıların yumurtadan çıkan 7’de 5’i yüksek oranda feminize olmuş, diğer iki erkek yavru ise anormal erkek üreme organlarıyla dünyaya gelmişti. Bu demek oluyordu ki iki tane erkek yavru gelişimini dahi düzgün tamamlayamamıştı. Kitabın sayfalarını çevirdikçe, Our Stolen Future beni daha da şaşırtmaya devam etti.

Dünyamızda azot döngüsü var. Balığın yedikleri kuşa, kuşun yedikleri kuşun avcısına geçer. Hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalardan bildiğimiz üzere, onların üstünde etkili olan kimyasallar bizim vücudumuzda da aynı reaksiyonu veriyor. Çok üzün sürmeden insan ırkı da göllerdeki sudan ve karnını doyurduğu bu sularda yetişen balıklardan zehirlenmeye ve DDT zehrini genlerine tranfer etmeye başladı. Bu zehirlerin kansere neden olduğu öne sürülse de bölgede kanser oranı artmıyordu. Doktor Theo Colborn, topladığı bütün araştırma sonuçlarıyla, asıl sorunun kanser artışı değil hormonlarımızın bozulması olduğunu çözmüştü. Ancak bu hormon bozuklukları çok geçmeden yine kansere yol açıyordu. Kanserin sebebinin, sırası, düzeni ve yapısı bozulmuş hormonlar ve dokular oluştuğunu bu kitapta öğrendim. Hepimiz biliriz ki kanser bulaşıcı bir hastalık değildir. Aksırıkla, virüsle, bakteriyle bulaşmaz. Kanseri kendi vücudumuzun düzensiz ve yapay hormonlarının genlerimize, dokularımıza işlemesiyle biz geliştiriyoruz. Gen haritalarımıza işleyen bu bozukluklar hem bizi zehirliyor hem de evlatlarımızdan torunlarımıza, ve geleceğe doğru ilerliyor.

İnsanların tam olarak hangi noktada zehirlendiğine gelirsek, devlet eliyle ve zaten çevrenin etkisiyle kirlenmiş olan vücutlarımız, DES (diethylstilbestrol) ya da “mucize ilaç” olarak da adlandırılan bu kimyasal ilaçla kalıcı olarak hasar gördü. 1938’de Edward Charles Dodds tarafında bulunan bu kimyasal, bir şekilde insan vücudunda kadın östrojen hormonu gibi reaksiyon göstermeye başladı. Düşük östrojen seviyesinin hamile kadınlarda prematüre bebek ve erken doğuma neden olduğunu düşünen doktorlar, DES’i hastaneye sokmuş ve tedavilerde kullanılmaya başlamışlardı. Theo Colborn’ın dediği gibi, “kendini büyük bir insan deneyi olarak kanıtlayan bu olay Amerika’da ve Latin Amerika’da yaklaşık 5 milyon hamile kadının denek olarak kullanılmasına” yol açtı. Devam eden yıllarda DES sadece düşükleri tedavi etmenin yanı sıra, bebeğin ve annenin gelişimini geliştirmek için vitamin olarak kullanılmaya başlandı. DES kullanan annelerin bebeklerinin daha güçlü ve sağlıklı olacağı ileri sürülüyordu ve bir paket çikolata pazarlar gibi ilaç pazarlanıyordu. Propagandaları “tüm hamilelikler için” ve “DES ile daha büyük ve güçlü bebekler” olan ilacın markette yeri hazırdı. Daha sonraları yeni doğum yapan annelerin sütünü artırmak, ateş basmalarını azaltmak, prostat kanseri ve akneyi tedavi etmek için de reçetelerde yerini almayan başlayan ilaç, genç kızların modaya ayak uydurup daha çıtı pıtı olabilmesi, uzamayı yavaşlatması için de kullanılmaya başlanmıştı. Bazı klinikler doğum kontrol hapı olarak da DES öneriyordu. DES, hastaneden çiftliklere kadar, hayatımızın her yerine girmişti. DES, ineklerin ve tavukların gelişimini hızlandırmak için de kullanılıyordu, tıpkı şimdi 28 günde doğup, büyüyüp, kesilip sofralarımıza gelen, DES ile doğup DES ile ölen tavuklar gibi. Yeni bir hormon tedavisi yılına adım atılan DES ile talidomid bebeklerinin [thalidomide babies] hikâyesi de patlak vermişti. Reçeteyle verilen mucize ilaç, kolsuz, bacaksız, doğan çocuklara sebep olmuş ailelerin kâbusu haline gelmişti.

Calborn, Dumanoski ve Myers, Our Stolen Future’da yapay hormonların ve zehirli atıkların nasıl bütün ekolojik sisteme, vücudumuza ve doğal halimize gölge düşürdüğünü gösteriyor. Çalınan Geleceğimiz bütün detaylarıyla günümüz çağının karabasını olan kanserin köklerini ve sonuçlarını bilimsel detaylarıyla önümüze seriyor ve karşı karşıya olduğumuz tehditleri en güzel şekilde açıklıyor. Sentetik ve zehirli kimyasalların günlük hayatımızda ne kadar geniş yer kapladığının kanıtı olan bu kitap, kendi vücuduma ve soyumun devamına yapılan ihaneti öğrenip, aydınlanmamı sağladı. Herkesin okuması gerektiğini düşündüğüm bu kutsal bilgi kaynağı benden 5 üzerinden tam puan alıyor.

 

Kaynakça:

Theo Colborn, Dianne Dumanoski, John Peterson Myers. Our Stolen Future: Are We Threatening Our Fertility, Intelligence, and Survival? – A Scientific Detective Story. New York: Penguin Group, 1997.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Türkiye'nin en iyi hd film izle sitesi.
Seo'nun en iyisi Ankara Seo danışmanlığı
Türkiye'nin en iyisi replika saat